25 Ekim 2014 Cumartesi

Deliduman'a Dair

Bu başlıkta bir blog için Spinoza'nın 'fluctuatio animi'si yani duygu salınımında ilerleyen bir roman olarak iyi bir örnek. Okurken umut ve korku arasındaki salınımla kitap bir çırpıda okunabiliyor; çünkü yaşamın içinden
gelerek okuyucuya içten sesleniyor. Karakterlerin tutarlılıkları ve sonrasında şok etkisi yaratacak tutarsızlıkları bizi romana yeniden bağlayacak ataklar oluştururken, aslında bu tutarsızlıkların bizim için duygu salınımlarımızda olağan şeyler halinde ve hepimizin hayatında buna benzer tutarsızlıkları yaşaması kitabın gidişatında kendi iç hesaplaşmamızı derinleştiriyor. Kitap korku ve umut arasında yaptıklarımıza ve yapabileceklerimize dair bizi bize hatırlatıyor.

Kitabın içinde en çok 'göze batan' yeni kapitalizmin hayata etkisi ise kitap hakkında en çok bahsedilen şey. Aynı şeyleri temcitlemeyeceğim. Yalnızca bu ve buna benzer konular için şunu söyleyebilirim: Emrah Serbes'i öncesiyle karşılaştırırken bile kapılınan abartılar dünyası hayatımızın bire bir trajik mizahı değil mi? Hayat zaten her şeyiyle kör göze parmak değil mi? Ya da Çağlar İyice'nin 'yaşına yakışmayan' cümleleri için bizim hayatımızda daha sonrasında kendi içimizde muhakemesini yaparak pişman olduğumuz -ve daha sonrasında o anı yaşadığımız ortamlardan kaçışımızı aklımıza zınk diye saplayan- abartılı ya da aşırı cümlelerimiz hiç olmadı mı? Bir de bulunduğu koşullar -babasının annesinden ayrı olması, dayısını düşük bir karakter görmesiyle birlikte çok bağlandığı kızkardeşine kanatlarına alma isteği- onu erken olgunlaştırmıyor mu? (Çağlar İyice ağzından bir savunma yazacak olursam: "adam hocasını etkilemek için edebiyatı yemiş bitirmiş. hayatın tokatını yemiş. size ne lan! o cümleyi kuruyorsa size ne!")

Kitabın dilinin ise dönemin değişen kodları üzerinde üstün bir ilhamdan geldiğini söyleyebilirim. Ama daha bizim bile bu kodlara dair tartışmalarda karışan kafalarımız içinde, akıcılığı bir kenara bırakarak soluklanıp dalmalarımız kitabın heyecan verici anlarından birisi. Okuyucunun okur hali dışına çıkarak kendi varlığı ve toplumsal olgular için dalgınlıkları kitapla hayat arasında naif geçişi sağlayan ilginç bir nokta. Bu dalgınlıktan kurtulmanın bir yolu ise yine heyecanlanarak kitabı okuma heyecanıyla kitaba dönme isteği.

Aynı zamanda Gezi Parkı Direnişi'ne tarihsel olarak tanıklık etmiş biri olarak da politik atmosfere ve yaşanmışlıklara dair göndermelere değinmeden edemeyeceğim. Öncelikle bir kere kitap toplumsal bellek anlamında önemli bir kaynak statüsüne girmiştir daha şimdiden bence. Bütün kurum ve kuruluşların ana karakter Çağlar İyice'nin çağrışımları ile ifadesi ise ilgi çekici bir yöntem. Kimi zaman insanı gülümsetiyor. Kitabın bazı kısımlarında ise kahkahalardan kendinizi alamayabiliyorsunuz. 'Hepimizin içinden biri' olarak Çağlar İyice'nin gündelik normatif siyaset içinde karşılaştığı 'sol jargon' ve 'mühim kişi' imajıyla sağda solda her şeye dair müdahalecilik ruhuyla olguları çözmeye çalışan direnişçilerle yaşadığı trajik karşılaşma gezi portresini güzel çiziyor. Görüyoruz ki park bir oyun alanı, ve herkes orada kendi oyununu oynuyor.

İdeolojik ve psikolojik belirlenim ise karakter analizinde önemli bir nokta. Çağlar İyice her ne kadar kendisini özne mahiyetinde bir çaba içinde görse de bütün belirlenimler onun nesneleşmesine neden olmuş ve gidişat onu alakasız gibi görünse de bir anda Gezi Direnişi'ne kadar bile götürmüştür. Kardeşini kendi düştüğü bu nesnellikten kurtarma çabasında olsa da bu kararı kardeşini daha olayların en başında nesneleştiriyor. Ama hepimiz gibi o da bir şeylere isyan ediyor kendi içinde. Yabancı olduğu dünyanın iç dinamiklerini anlayamıyor, ama kendini var etme çabası onu da bir dinamik haline getiriyor. Ama bu dinamizm bir şekilde ya 'Dedemi Kanser Eden Parti' ya da 'Her Şeye Başka Bir Şey Diyen Parti' ya da 'Çüklülerin Söylediği Hiçbir Şeyi Yapmak Zorunda Değiliz Şekerim Kolektifi'nin söylemsel dünyası içinde yoğurulabiliyordu. Cinsiyetçilikten bir şey anlamayan bir insan bir anda kendini cinsiyetçi olarak bulabiliyordu mesela.

Her şeyin de ötesinde Çağlar İyice kızkardeşi, babası, aile, aşk, erdemlilik vb. konularda saplantıları olan bir insan ve bu durum onu 'tutarsızca' değer dünyasında yer almayan başka erdemliliklerin hattına sokabiliyor. Değerleri olmayan bir dünyada kendi 'kirlenmişliğiyle' değerlerini topluma kabul ettirme aracı olarak -kızkardeşi belki bir karakter imgedir burada ama(moonwalk görevini en sonunda kardeşinden devralışı cidden ilginç bir hadise)- 'anlamsız' hareketler yapabiliyor. Ama aslında belki de bütün tutarlılık bu tutarsızlığın içindedir.

En güzeli ise kim ne derse desin Çağlar İyice'nin bir hayatı ve saplantıları, bu nedenle peşinden koştuğu şeyler vardır ve hepimiz gibi o da kendi hayatını yaşamaktadır.

Sonunda ise kitap boyunca vurgulanan bir martı olma arzusuna kapılıyor yani kendi karşıtına dönüşmek istiyor Çağlar (bir Martı kitabı göndermesi de var sanki).

Hayali bir karakter olarak Çağlar İyice'yi o pek şahane kaygılarınızla yerip, üstüne gittiğiniz düşüncelerinizde hapsedip onun yaşantısına engel olmayınız.

Yaşantıda ise... Neyse... Siz bilirsiniz.

14 Mart 2013 Perşembe

Hayat

Elbette hayata dair o 'engin' deneyimleri paylaşma telaşı ile başlamayacağım her bu başlıkla başlayan yazılarda olduğu gibi. O kadar karmaşık da olmayacak bu sefer söyleyeceklerim. Çünkü... Kendimle yüzleşmem de değil elbette. Çünkü karmaşıklaştırmaya gerek duyacak bir koşul, bir şart kalmadı artık benim için. 'Herkesin ben olarak yaşadığı' bir çağda, 'ben' olmanın verdiği o yaşanmışlıkların 'beni' anlamak için kendimi soyutlamam da değil kendimden. (evet, belki de biraz karmaşık oldu bu yine)

'Hayat ne garip?' Bu ise artık sadece Mahsun Kırmızıgül-Cem Karaca düetine dair bir mesele. Hayat bu düetteki çelişkiyi gördükçe gerçekten de çok garip. Ve mesele, benim yeni bir şeyleri kavramam sadece. Yeni şeyler ise çelişkilerin içinde...

Ne diyordu o büyük yöntem: önce şimdiye, sonra şimdiye neden olan geçmişe, daha sonra belirleyebileceğin geleceğe, belirlemek için ise geleceği oluşturacak şimdiye bakılmalı genelleştirilmiş bir yolla. Bu döngü içinde hep 'şimdi'nin ne olması gerektiğini düşünüyor insan. Bunun bilincinde olmak işte beni şaşırtan. Bu öyle bir ilişkilendirme ki 'ne ölümden korkmak ayıp, ne de düşünmek ölümü' tadında. İkisine dair olan ya da olmayan. Ama 'ne yardan ne serden' tarzında bir idarecilik değil. İkisini de yadsıyan ama aynı zamanda ikisini de taşıyan içinde.

'Ne geçmişten korkmak ayıp şimdi, ne de düşünmek geçmişi' ise şimdiden başlayan bir geçmiş kırılmalarının ifadesi. Bu da geçmişle şimdinin iç içe geçişini; fakat o tarihsel 'nokta' ayrımlarını koyabileceğin bir inşa süreci.

Livant'ın Kellik İlacı'nı okurken 'bu yazıyı kaç kel okudu acaba?' diye düşünmeden edemedim bugün. İşin özü, buradan başladı o 'bütün parçaları birleştirme' meselesi. Saçın azlık sorununu çözme uğraşında bir kel için kafasını küçültmesi yöntemindeki ahmaklığın, 'uydurma' dediğimiz olguyu simetrik değil asimetrik olma özelliği açısından değerlendirmesi yazıyı bu kadar eğlenceli ve önemli kılan.

Elbette bundan sonra gelecek olan gecikmiş bir rica.

Bu noktaya gelmek kafasını küçültmeye çalışan bir insanın saçlarını arttırma yönündeki hevessizliğinden kaynaklanıyor. Eğlenceli, sonuçsuz, ilginç ve 'acaba?'lı bir cabanın çaresizliği...

Anlıyor ki hayat ne 'laptop kullanan, yemek yiyen, okula giden' bir insan tahlili kadar basit, ne de o insanı kendi bilincinde oluşturduğun kadar idealist. İnsanın yarattığı, düşündüğü yere kadar maddi temeli geniş; insanın yarattığı, düşündüğü yere kadar da darlığa ait değil.

Hayat karşıdakinden beklenen, alınan kadar umutsuzca değil!

Ne de verebildiğini alamamaktan yakınacak kadar egoist.

Hayat ne diyalektik, ne materyalist.

Hayat hem diyalektik, hem materyalist.

Yok canım;

ben hala çok değişmiş değilim. Klişelerde olduğu gibi geçmişinden bağımsız ve geleceği bu bağımsızlık üzerinden kuracak bir şimdiye sahibim diyecek değilim.

Geçmişi geleceğini belirleyecek koşullarda bir şimdiye dair müdahalelerde bulunan benim.

12 Eylül 2012 Çarşamba

Döndüğün Zaman

Ufukta yabancılaşmış kuyular,
Zamansız cihâdın matemi var.
Neresinden tutsan...
Neresinden gitsen yolun
Bilinmez menfi geleceği sarar

Öyle bir zamanıdır ki dönemin
Öyle yazılmıştır ki hanesine föyün
Öyle bir mekanıdır ki 'küresel köy'ün
Bu ne menem hâlidir zuhurun?

Neresinden baksan gözün yanar;
Neresine dokunsan elin kanar.

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Günaydın Pollyanna

Kimse uykusuz geçecek sabahlar vaat etmezdi. Uykunu kendin alacaktın çoğu zaman. Alacaklın yoktu uykusuzluklarında. Fedakarlık edebilecektin her zaman, her şeyden. Hayat kimse tarafından sevilmesen de güzeldi. Senin sevip sevmemendi insanları, aslolan. Tüm güzel şeylerden sorumlu olan bizdik, yani kendimizdik; tüm kötü şeylerden ise her zaman şeytan.